
Meşru müdafaa ve zorunluluk hâli TCK 25
Meşru müdafaa TCK MADDE 25 (1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak haksız bir saldırıyı o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
Table of Contents
(2) Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez.
Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) düzenlenen meşru savunma ve zorunluluk hâli, kişinin ceza hukuku bakımından sorumluluğunu ortadan kaldıran durumlardır. Bu iki kavram, belirli şartlar altında kişinin gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı cezalandırılmamasını sağlar.

Meşru Savunma (TCK Madde 25/1)
Meşru müdafaa, kişinin kendisine veya başkasına yönelik gerçekleşen haksız bir saldırıya karşı, bu saldırıyı defetmek amacıyla yaptığı savunma fiilidir.
Meşru Müdafaa Şartları:
- Haksız Saldırı:
- Savunmayı gerektiren bir saldırı olmalıdır. Bu saldırı haksız olmalı ve devam etmekte ya da yakın bir tehdit teşkil etmelidir.
- Güncellik:
- Saldırı henüz başlamış veya devam ediyor olmalıdır. Gelecek veya geçmiş saldırılara karşı yapılan savunma, meşru müdafaa sayılmaz.
- Orantılılık:
- Savunma fiili, saldırıyı defedecek ölçüde olmalıdır. Saldırıyla savunma arasında orantılılık bulunmalıdır. Aşırı ve ölçüsüz savunma, meşru müdafaa olarak kabul edilmez.
- Meşru Müdafaa Amaçlı Fiil:
- Yapılan fiil, yalnızca saldırıyı defetmeye yönelik olmalıdır. Saldırının bertaraf edilmesi dışında başka bir amaç güdülmemelidir.
Meşru Müdafaa Sonuçları:
Meşru müdafaa kapsamında gerçekleştirilen fiiller, hukuka uygun sayılır ve ceza sorumluluğu doğurmaz. Kişi, meşru müdafaa durumunda işlediği fiiller nedeniyle cezalandırılmaz.

Zorunluluk Hâli (TCK Madde 25/2)
Meşru müdafaa TCK Madde 25/2 Zorunluluk hâli, bir kişinin kendisinin veya başkasının bir hakkını korumak amacıyla, karşı karşıya kaldığı ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak için, zarar vermemek koşuluyla başka bir çare bulunmadığı takdirde, hukuka aykırı bir fiil işlemesi durumudur.
Şartları:
- Ağır ve Muhakkak Bir Tehlike:
- Kişi veya başkası için ağır ve kesin bir tehlike olmalıdır. Tehlikenin ciddiyeti ve kaçınılmazlığı önemlidir.
- Başka Çare Bulunmaması:
- Tehlikeden kurtulmak için başka bir makul ve hukuka uygun çare bulunmamalıdır. Zorunlu olarak işlenen fiil, son çare olmalıdır.
- Orantılılık:
- İşlenen fiil, tehlikeden kurtulmak için gerekli olan ölçüyü aşmamalıdır. Fiil ile tehlike arasında orantılılık bulunmalıdır.
Sonuçları:
Zorunluluk hâlinde gerçekleştirilen fiiller, hukuka uygun sayılmasa bile ceza sorumluluğunu ortadan kaldırır. Kişi, zorunluluk hâli nedeniyle işlediği fiillerden dolayı cezalandırılmaz.
Meşru müdafaa ve Zorunluluk Hâli Arasındaki Farklar
- Haksız Saldırı vs. Ağır Tehlike:
- Meşru müdafaa, haksız bir saldırıya karşı yapılırken, zorunluluk hâli ağır ve muhakkak bir tehlikeye karşı yapılır.
- Savunma Amaçlı vs. Tehlikeden Kaçış:
- Meşru müdafaa, saldırıyı defetmek amacıyla gerçekleştirilirken, zorunluluk hâlinde amaç tehlikeden kaçmaktır.
- Orantılılık:
- Her iki durumda da fiil ile tehlike/saldırı arasında orantılılık bulunmalıdır.
- Güncellik:
- Meşru müdafaa güncel olması gerekirken, zorunluluk hâlinde tehlikenin ağırlığı ve kaçınılmazlığı önemlidir.

Hukuki Danışmanlık
Meşru müdafaa ve zorunluluk hâli, ceza hukuku bakımından detaylı değerlendirme gerektiren durumlardır. Bu tür durumlarda, hukuki destek almak ve olayın tüm yönleriyle ele alınarak savunma yapılması önemlidir. Bir avukattan hukuki danışmanlık almak, kişinin haklarının korunması ve doğru bir hukuki süreç yürütülmesi açısından kritik öneme sahiptir.
Sonuç olarak, meşru müdafaa ve zorunluluk hâli, belirli şartlar altında kişinin ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran önemli hukuki kavramlardır. Bu kavramların doğru uygulanması ve yorumlanması, adil bir yargı süreci için gereklidir.
Meşru müdafaa, genel olarak kabul görmüş bir hukuka uygunluk nedenidir ve bu konuda birçok farklı görüş öne sürülmüştür. Meşru müdafaanın temelini, her bireyde bulunan, kendini koruma içgüdüsü oluşturur. Hukuk düzeni, bir yandan bir varlığı korurken, diğer yandan bu varlığın sahibine, söz konusu varlığın tahrip olmasına katlanma yükümlülüğü getirmez. Hukuk düzeni, saldırıya uğrayanın menfaatini, saldıranın menfaatine tercih eder.
Meşru müdafaadan bahsedebilmek için öncelikle bir saldırının olması gereklidir. Düzenleme, “gerçekleşmiş, gerçekleşmesi muhtemel veya tekrarı muhakkak olan bir saldırıdan” söz etmektedir. Dolayısıyla, devam eden, henüz başlamamış ancak başlaması kesin olan veya aynı şekilde tamamlanmış olsa bile tekrarı muhakkak olan saldırı, mevcut bir saldırı olarak kabul edilir. Belli bir şekilde hareket etmeye izin veren veya belli bir şekilde hareket etmeyi emreden kuralların olmaması gerekir.
Hukuka uygunluk nedenlerinden kaynaklanan saldırılar haksız değildir; sadece insan fiilleri haksız olabilir. Hayvan saldırılarına veya doğal olaylara karşı yapılan savunma, meşru müdafaa sayılmaz, ancak bir tehlike varlığından dolayı zorunluluk durumu söz konusu olabilir. Cezai sorumsuzlukları olanların veya isnat yeteneği bulunmayanların fiilleri de hukuka aykırı olacağından, bunlara karşı da meşru müdafaa mümkündür. Önemli olan isnat yeteneğinin olmaması nedeniyle failin cezalandırılıp cezalandırılmaması değil, fiilin hukuka aykırı olup olmamasıdır. Diplomasi, yasama, askerlik dokunulmazlığından yararlananların saldırıları da haksızdır.
Bir kişi, haksız saldırıya kendi neden olsa bile, bu kişi hukuki korumadan tamamen yoksun değildir. Kişi, kendi haksız hareketiyle karşı tarafı meşru müdafaa durumuna sokmuşsa, artık kendisini savunması meşru müdafaa olarak kabul edilemez. Meşru müdafaya karşı meşru müdafaa olmaz. Kişi haksız hareketiyle karşı tarafın sadece haksız tahrikten yararlanmasına neden olmuşsa, haksız tahrikten yararlananın hareketine karşı kendisini savunma hakkı ortadan kalkmaz.
Türk Ceza Kanunu m. 25, ‘Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelik saldırıdan söz etmektedir. Böylece kanun, meşru müdafaanın uygulanabilme alanını genişletmiştir, haklar arasında bir derecelendirme yapmayarak, haksız saldırıya uğramış her hakkın korunmasına imkân vermek çağdaş gelişime uygundur. Haksız saldırıya uğramış her hak, korunmaya değerdir. Kişinin saldırganın zarar vermeden saldırıdan kurtulmasının mümkün olmaması halinde, savunmada zorunluluk şartı gerçekleşir. Bu zorunluluğu her olayda değerlendirmek gerekir. Failin başka bir seçeneği olduğu, yani bir başka yola başvurarak saldırıyı önleyebileceği durumlarda zorunluluk gerçekleşmez. Saldırganın ve savunma yapanın kişisel durumlarını ve ortamı her durumda göz önünde bulundurmak önemlidir.
Hukuki konu bakımından oran olmalıdır görüşü: Vasıtalar arasında oran olmalıdır. Vasıtaların mutlak olarak birbirine eşit olması aranmamakla birlikte bir denge bulunması gerektiği kabul edilmektedir. Yumrukla yapılan saldırıya karşı, silahla savunmada bulunulamaz. Ancak her durumda saldıranın ve savunanın kişisel durumları ve ortamı da göz önüne almak gerekir. Hukuki konu bakımından oran olmalıdır görüşü: Feda edilen hukuksal menfaatle, korunan hukuksal menfaat arasında bir denge bulunması gerekir. Ancak burada mutlak bir eşitlik aranmaz. Örneğin, kişinin hayat varlığı, cinsel özgürlüğünden daha değerli sayılmakla birlikte; ırza geçme suçunda failin öldürülmesi meşru müdafaa kapsamında değerlendirilmektedir.Oran konusunda genellikle kabul edilen bu anlayış, vasıtalar arasında bir denge olması gerektiğini savunur.
Vasıtaların mutlak olarak birbirine eşit olması aranmamakla birlikte bir denge bulunması gerektiği kabul edilir. Yumrukla yapılan saldırıya karşı silahla savunmada bulunulamaz; ancak her durumda saldırganın ve savunma yapanın kişisel durumlarını ve ortamı da göz önünde bulundurmak gerekir.
Hukuki konu bakımından oran aranması gereken bir diğer boyut da feda edilen menfaatin, korunan menfaatle uygun bir orantı içinde olmasıdır. Haksız saldırıya uğramış her hakkın korunmasına imkân vermek, çağdaş hukukun evrensel değerlerine uygun bir yaklaşımdır. Meşru müdafaa durumunda tazminat yükümlülüğü bulunmazken, zorunluluk halinde hakkaniyet gereği olarak tazminat yükümlülüğü ortaya çıkabilir. Bu, meşru müdafaa ile zorunluluk halinin hukuki sonuçları arasındaki temel farklardan biridir. Sonuç olarak, meşru müdafaa ve zorunluluk halinin her biri, bireyin haklarını koruma amacını taşırken, etik ve hukuki açıdan farklılık gösterir. Her iki kavram da insan doğasındaki temel içgüdülerden kaynaklanır ve bir olayın değerlendirilmesinde dikkate alınan bir dizi faktöre dayanır.
T.C. YARGITAY ONDOKUZUNCU CEZA DAİRESİ 2019/30318 E. 2019/11595 K. 19.09.2019
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇ : 5607 Sayılı Kanuna Aykırılık
HÜKÜM : Beraat
Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun süresi, kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Her ne kadar arama kararı olmadığından bahisle sanığın beraatine karar verilmiş ise de; Adlî ve Önleme Aramaları Yönetmeliğinin 8/2. maddesinin (f) fıkrasında yer alan “Karar alınmadan yapılacak arama” başlığıyla yer alan “5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 24’üncü maddesindeki Kanun’un hükmü ve âmirin emrini yerine getirme;
25’inci maddesindeki meşru müdafaa ve zorunluluk hâli ve 26’ncı maddesindeki hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası ile diğer kanunların öngördüğü hukuka uygunluk sebepleri ve suçüstü hâlinde yapılan aramalarda, toplum için veya kişiler bakımından hayatî tehlikeyi ortadan kaldırmak amacıyla veya kapalı yerlerden gelen yardım çağrıları üzerine, konut, işyeri ve yerleşim yeri ile eklentilerine girmek için.” düzenleme ve şüphelinin 03.05.2013 tarihli kollukta verdiği ifadesinden kaçak sigaraları satın alarak poşete koymasının hemen akabinde, suçüstü yakalandığının anlaşılması ve ele geçen sigaraların ticari miktar ve mahiyette olması karşısında sanığın mahkumiyetine karar vermek gerektiği gözetilmeksizin yazılı şekilde beraatine karar verilmesi,
Kanuna aykırı, katılan Gümrük İdaresi vekilinin temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden tebliğnameye uygun olarak, HÜKMÜN 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nin 321. maddesi uyarınca, BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 19.09.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY ÜÇÜNCÜ CEZA DAİRESİ 2018/6506 E. 2019/599 K. 21.01.2019
MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
HÜKÜM : Ceza verilmesine yer olmadığına dair
Mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunarak;
Gereği görüşülüp düşünüldü:
Yerinde görülmeyen diğer temyiz itirazlarının reddine, ancak;
1) Mağdur …’nun, sanık …’a bıçak göstermek suretiyle tehdit suçunu işlediği kabul edildiğinde, sanık …’ın eyleminin haksız tahrik altında kasten yaralama suçunu oluşturacağı ve meşru müdafaa şartlarının somut olayımızda gerçekleşmediği, sanık hakkında kasten yaralama suçundan dolayı mahkumiyet hükmü kurulması gerekirken yazılı gerekçelerle olayda şartları oluşmayan meşru müdafa gerekçesiyle ceza verilmesine yer olmadığına dair karar verilmesi,
Kabule göre de;
2) Sanığın eylemi 5237 sayılı TCK’nin 25/1. maddesi gereğince meşru müdafaa sınırları içinde kaldığının kabul edilmesine rağmen, 5271 sayılı CMK’nin 223/3-b maddesinde belirtilen “Yüklenen suçun hukuka aykırı fakat bağlayıcı emrin yerine getirilmesi suretiyle veya zorunluluk hali ya da cebir veya tehdit etkisiyle işlenmesinden” ve CMK’nin 223/3-c maddesinde belirtilen “Meşru savunmada sınırın heyecan, korku ve telaş nedeniyle aşılmasından” hüküm kurularak çelişkiye düşüldüğü ancak karar içeriğinden ve anlatımdan meşru müdafaa kapsamından karar verilmek istendiğinin anlaşılması, bu durumda 5271 sayılı CMK’nin 223/2-d maddesi gereğince “beraat kararı” verilmesi gerektiği gözetilmeden CMK’nin 223/3-b-c maddesi uyarınca “ceza verilmesine yer olmadığına” dair karar verilmesi,
Bozmayı gerektirmiş, o yer Cumhuriyet savcısının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu nedenlerle 6723 sayılı Kanun’un 33. maddesiyle değişik 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi ile yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK’un 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 21.01.2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY CEZA GENEL KURULU 2011/436 E. 2012/190 K. 08.05.2012
MEŞRU müdafaa VE ZORUNLULUK HALİ
(5237 s. TCK m. 25, 26)
Kasten öldürme suçuna teşebbüsten sanık Mehmet Güler’in 5237 sayılı TCY’nın 81/1, 35/2, 62, 53/1, 54 ve 63. maddeleri uyarınca on yıl on ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, zoralıma, mahsuba ve tutukluluk halinin devamına ilişkin, Şanlıurfa 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 14.10.2010 gün ve 140-226 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 10.10.2011 gün ve 2697-5843 sayı ile;
“Oluşa ve dosya kapsamına göre; sanığın çalıştığı dondurmacı dükkanına mağdurun müşteri olarak gelip gitmesi nedeniyle tanıştıkları, olay gecesi gezmek amacıyla buluşup mağdura ait arabayla yerleşim yeri dışında bulunan Karaköprü denilen yere geldiklerinde mağdurun arabayı durdurduğu;
tuvalet ihtiyacını gidermek için arabadan indiği, ihtiyacını giderdikten sonra arabanın yanında dışarıda bekleyen kendisinden yaş ve yapı itibarıyla küçük olan sanığı cinsel saldırıda bulunmak amacıyla arabanın arka kapısından arabanın içine doğru ittirmeye çalıştığı sırada, sanığın cebinden çıkardığı bıçakla mağduru üç tanesi batın ve toraksa nafiz olup yaşamsal tehlikeye neden olan toplam onbir bıçak darbesiyle vurarak yaraladığı olayda; sanığın eylemini mağdurun kendisine yönelen cinsel saldırısı karşısında gerçekleştirmiş olması nedeniyle mağdurdan kaynaklanan haksız hareketin niteliği dikkate alınarak 1/4 ila 3/4 arasında indirim öngören TCK’nun 29/1. maddesi ile sanığa verilen cezadan azami orana yakın bir indirim yapılması gerektiği gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması suretiyle fazla ceza tayini” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 04.11.2011 gün ve 59127 sayı ile;
“Uyuşmazlık, bozma kararında belirtildiği gibi, suçun sadece tahrik altında işlenmiş olduğunun kabulü mü, yoksa gerekli araştırmalar yapılarak sonucuna göre tahrik, meşru müdafaa ve meşru müdafaa’nın aşılması hükümlerinden hangisinin uygulanacağı noktasında toplanmaktadır.
Bozma ilamında belirtildiği gibi mağdurun sanığa karşı cinsel nitelikteki eylemleri sonucunda suçun işlendiği sabittir.
Mağdura üçü öldürücü mahiyette onbir bıçak darbesi vurulması nedeniyle savunmada sınırın aşıldığı söylenebilir. Ancak savunmada sınırın aşılmasını yalnızca tahrik kavramı içerisinde değerlendirmek mümkün değildir. Savunmada sınırın aşılması mazur görülebilecek bir heyecan korku veya telaştan ileri gelmiş ise artık faile ceza verilemeyecektir.
Kasten öldürmeye teşebbüs suçunun mağdurunun sanığa saldırması, saldırısını devam ettirmesi sırasında sanığın suçu işlemesi, mağdurun aldığı bıçak darbelerine rağmen sanığı tutmaya çalışması, sanıkla mağdur arasında bir boğuşma meydana gelmesi, sanığın korkuya ve telaşa kapılması, mağdurun elinden bıçağı alabileceği düşüncesini taşıması gibi hususlar gözetildiğinde, olay yerinin özelliklerinin de bilinmesine ve sanığın mağdurun elinden başka türlü kurtulma imkanı bulunup bulunmadığının araştırılmasına ihtiyaç vardır.
Sanığın suç işlemek amacıyla olay yerine gitmediği aşikardır. Olaydan hemen sonra karakola giderek mağduru yaraladığını söyleyip ambulans göndermelerini istemesine göre mağdurun daha fazla zarar görmesini de istememiştir. Sanığın gerek olaydan sonra, gerekse olay öncesinde davranışları tahlil edildiğinde vurduğu bıçak darbelerinin nedenini daha iyi anlamak mümkündür. Sanığın saldırıyı mevcut koşullara göre başka bir şekilde savuşturması mümkün değilse;
TCK’nın 25 ve 27/2. maddelerindeki ilkelere göre bir sonuca varılmalıdır. Sanığın saldırıya başka türlü mukavemet etme imkanı varsa ancak o zaman tahrikten dolayı indirime ilişkin TCK’nın 29. maddesi hükümleri uygulanmalıdır” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün, “olay yerinde keşif yapılarak, olay yerinin ıssız bir yer olup olmadığı, cinsel saldırıya maruz kalan kişinin bağırması halinde olaya müdahale imkanı bulunup bulunmadığı araştırılarak, olayın gerçekleştiği yerin ıssız bir yer olduğu ve başka şahıslarca müdahale imkanı bulunmadığının anlaşılması halinde, sanıkla mağdurun fiziki durumları da karşılaştırılarak,;
Sanığın kendisine karşı gerçekleştirilmek istenen cinsel saldırı eylemine başka türlü mukavemet edemeyeceğinin anlaşılması halinde TCK’nın 25/1-2 ve 27/2. maddelerinden birisinin uygulanması, olayın gerçekleştiği yerin ıssız bir yer olmayıp, yardım edilme imkanı olan bir yer olması, sanığın da başka türlü mukavemet edebileceğinin belirlenmesi halinde tahrik hükümleri uygulanarak makul bir ceza indirimi yapılması yerine yazılı şekilde karar verilmesi’ şeklinde bozulması” isteminde bulunmuştur.
Dosya, Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanığın kasten öldürme suçuna teşebbüsten cezalandırılmasına karar verilen ve suçun sübutunda bir uyuşmazlık ve bu kabulde dosya içeriği itibarıyla herhangi bir hukuka aykırılık bulunmayan somut olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; suçun tahrik altında mı, meşru müdafaa koşulları içerisinde mi, yoksa meşru savunmada sınırın aşılması suretiyle mi işlendiğinin belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
12.03.2010 günlü olay tutanağında;”Apartmanın kapısının önünde sırt üstü yatan bir şahsın bulunduğu görüldü. Yanına yaklaşıldığında adının Mehmet Doğan olduğunu, bıçaklandığını, kan kaybettiğini, kendisini soyadını bilmediği Mehmet isimli şahsın bıçakla yaraladığını, kendisini yaralayan şahsın iş istediğini, verecek bir işi olmadığını söylemesi üzerine cebinden çıkardığı bıçak ile kendisini yaraladığını ve kendisine ait aracı alarak gittiğini beyan ettiği,
Olayın Karaköprü Beldesi, Akbayır Mahallesi, Şanlı Ata Koleji yolu üzerinde, yaralı şahsın bulunduğu yere yaklaşık sekiz yüz metre uzaklıktaki inşaat alanı yolunda meydana geldiği, Mehmet Doğan isimli şahsın ilk bıçak darbesini aldıktan sonra Güzelşehir Sitesi, Gül Apartmanı istikametine doğru kaçtığı, Mehmet isimli şahsın ise Mehmet Doğan’a ait aracı alarak olay yerinden ayrıldığı tespit edildi.
Yaralı Mehmet Doğan’ın olay yerine gelen ambulansla hastaneye kaldırıldığı, suç aleti olan bıçağın olay yerinde yapılan aramada bulunamadığı, olayı aydınlatacak herhangi bir iz ve emarenin olmadığı görüldü” tespitine yer verildiği,
12.03.2010 tarihli yakalama tutanağının; “12.03.2010 günü saat 01.00 sıralarında, Sarayönü Polis Merkezine 06 BB 3131 plakalı araçla gelerek, adının Mehmet Güler olduğunu söyleyen şahsın, Mehmet Doğan isimli şahsın aracı ile gezmeye çıktıklarını, Karaköprü civarında tenha bir yerde park ettikten sonra araçtan inerek kendisine de inmesini söylediğini ve pantolonunu çıkartarak kendisine tecavüz etmeye çalıştığı için cebinde bulunan bıçakla Mehmet Doğan’a vurduğunu, Mehmet Doğan’ın olay yerinden kaçması ve bıçağın kendisine de zarar vermesi üzerine şahsın aracını alarak polis merkezine geldiğini söyleyerek, olayda kullandığı çakı bıçağı ile aracı görevlilere teslim ettiği” şeklinde düzenlendiği,
Adli Tıp Kurumu 2. İhtisas Kurulunun 21.07.2010 gün ve 4103 sayılı raporunda;
“1962 doğumlu Mehmet Doğan hakkında düzenlenen tıbbi belgelerin incelenmesinde;
1- Kişinin vücudunda toplam on bir adet kesici delici alet yaralanması tanımlandığı,
2- Göbeğin sağında karın boşluğuna geçerek ince barsak ve mezanter lezyonlara neden olan kesici delici alet yaralanmasının;
a- Kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir durum olduğu,
b- Kişi üzerindeki etkisinin basit tıbbi müdahale ile giderilecek ölçüde hafif olmadığı,
3- Sağ göğüs boşluğunu geçip pnömotoraksa neden olan yaralanmasının;
a- Kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir durum olduğu,
b- Kişi üzerindeki etkisinin basit tıbbi müdahale ile giderilecek ölçüde hafif olmadığı,
4- Sol göğüs boşluğuna geçip hemotoraksa neden olan yaralanmasının;
a- Kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir durum olduğu,
b- Kişi üzerindeki etkisinin basit tıbbi müdahale ile giderilecek ölçüde hafif olmadığı,
5- Yumuşak doku lezyonlarına neden olan sekiz adet kesici delici alet yaralanmasının altında iç organ ve büyük damar lezyonu tanımlanmadığı cihetle, ayrı ayrı;
a- Kişinin yaşamını tehlikeye sokan bir durum olmadığı,
b- Kişi üzerindeki etkisinin basit tıbbi müdahale ile giderilecek ölçüde hafif olduğu,…” mütalaasına yer verildiği,
Diyarbakır Kriminal Polis Laboratuvarının 06.04.2010 gün ve 4533 sayılı raporunda;
“Metal üzerine plastik kaplama saplı, 8,7 santim namlu uzunluğunda, tek ağızlı, sivri uçlu, sırtı küt ve meyilli namlusu bulunan bıçak; imal durumu ve nitelikleri bakımından çakı olup, 6136 sayılı Yasanın 4/1. maddesinde belirtilen yasak niteliği haiz bıçaklardan değildir” denildiği,
Sanık Mehmet Güler’in soruşturma aşamasında; “Mağduru iş yerinden müşterimiz olduğu için tanırım. Arada bir arabasıyla gezerdik, ancak dostluğumuz yoktu. Akşam beni aradı ve nerede olduğumu sordu. Eve doğru gittiğimi söyledim. İşin yoksa beraber gezelim dedi. Mağdur geldi ve arabaya bindik. Şehir içinde bir iki tur attık. Sonra Karaköprü yoluna doğru gittik. Bende alkol yoktu. Karaköprü mevkiinden otogar yoluna döndük. Sakin bir yere doğru gittik. Kötü bir şey olacak diye düşündüm.
Ancak nereye gideceğimizi sormadım. Aracı kuytu bir yere çekti. Su dökeceğim dedi. Dönüşte elbisesini ve pantolonunu indirmişti. Bana üç kere, ‘seni becereceğim’ dedi. Etrafımız boştu. Sadece ön tarafta bina ve evlerin ışıkları görünüyordu. Çevrede hiç kimse yoktu. Beni zorladı. Kilolu ve yaşı büyük olduğu için gücüm yetmedi. Bulunduğumuz yer karanlıktı. Arabanın ışığı sönüktü. Kolejin ışıkları görünüyordu. Bana doğru gelirken pantolonu inikti. Tuvaletini yapmaya giderken arabanın kontağı kapalı idi. Kapıları ise açıktı. Elinde herhangi bir şey yoktu. Kolumdan tuttu. O sırada pantolonu tam indi. Zaten pantolonu indikten sonra yürümedi. Bana doğru geldikten sonra beni tutmaya çalışınca pantolonu yere düştü. Elimi sıkıp arabaya dayamaya çalışınca bıçakla hatırladığım kadarıyla dört beş defa vurdum”,
01.07.2010 günlü oturumda; “Önceki ifadelerimi kabul etmiyorum. Şimdiki ifademe itibar edilsin. Cinsel istismara uğradığım hususu tamamen yanlıştır. O anki psikoloji ile öyle ifade verdim. Olay tarihinden onbeş yirmi gün önce işsiz kalmıştım. Param da yoktu. Ayrıca nişanlanmıştım. Bir kısım ihtiyaçlarım vardı. Müşteki çevresi olan bir insandı. Kendisinden bana iş bulmasını istedim. Beni iki üç gün oyaladı. Daha sonra tekrar aradım. İki üç gün daha beklememi istedi. Tekrar aradığımda iş bulamadığını söyledi. Para verip vermeyeceğini sordum, verebileceğini söyledi. Olay günü karşılaştığımızda para veremeyeceğini söyledi. Kendisine ağır konuştum. O da bana ağır konuştu. Karşılıklı küfürleştik ve birbirimize girdik. Müştekiye ilk vuran benim”,
16.09.2010 tarihli duruşmada ise; “Şanlıurfa’da ailesinin fazla çevresi olmayan garip bir kimseyim. Olay nedeniyle cezaevine düştükten sonra hiç kimse ziyaretime gelmedi. Çünkü karşı tarafın baskısı vardı. İfademi değiştirdiğim takdirde baskıyı kaldıracaklarını söylediler. Bu nedenle mağdur beni taciz etmeden olayı işlediğimi anlattım. Bu ifadem doğru değildir. Soruşturma aşamasında anlattıklarım doğrudur. Aramızda herhangi bir husumet yoktu. Onu vurma gibi bir düşüncem yoktu. Beni taciz etmesi üzerine korkudan rasgele bıçağı salladım” şeklinde savunmada bulunduğu,
Mağdur Mehmet Doğan’ın kollukta; “Sanığı daha önce çalıştığı pastanede tanıdım. Olay gecesi arkadaşlarla oyun oynuyorduk. Saat 01.00 sıralarında telefonumda sanığın sekiz adet cevapsız çağrısını gördüm ve kendisini aradım. Bana, ‘abi neredesin, gel beni eve bırak’ dedi. Ben de, geliyorum dedim. Birlikte otomobile bindik. ‘Çok sıkıntılıyım, bana yardım et, beni Karaköprü’ye doğru götür, biraz gezelim’ dedi. Karaköprü Beldesi, Ata Koleji mevkiine doğru geldik.
Küçük su dökeceğimi söyledim ve yolun üstünde bir binanın önünde durdum. Araçtan indim ve küçük su ihtiyacımı gidermek için yedi sekiz metre uzaklaşarak ihtiyacımı giderdim. Fermuarımı çekmeden arka tarafımdan; ‘ben zaten intihar edecektim, hiç olmazsa şu adamı bıçaklayayım, beni cezaevine atsınlar’ diye daha yüzümü dönmeden beni sağ omuz küreğimden, boynumun arkasından, bacaklarımdan ve karnımdan bıçakladı. Ben de kendisine vuracaktım. Fakat aldığım bıçak darbeleri nedeniyle vuramadım. Yere yığılıp kaldım. Olay mahalline sadece isteği üzerine kendisini gezdirip stres attırmak için geldim. Kesinlikle cinsel istismarda bulunmadım. Bana iftira atmaktadır. Şikayetçi değilim ve uzlaşmak istemiyorum”,
15.09.2010 günlü oturumda ise; “Sanıkla aramızda olay öncesinde, olay esnasında ya da olay sonrasında herhangi bir husumet yoktu. Sanık benden iş istemişti. Ben de yardımcı olmak istedim. Kesin bir şey söylemedim. Sanığın elinde bıçak olup olmadığını görmedim. ‘Neden iş bulmadın, işsizim’ gibi laflar söyledi ve aniden vurdu. Elinde bıçak mı, yoksa başka bir şey mi olduğunu bilmediğim kesici bir alet vardı. Beni vurduktan sonra arabama binip olay yerinden uzaklaştı. Beni vuracağını tahmin etmiyordum. Bana saygı gösteriyordu. Olay anında bana hakaret etmedi. Ben de ona hakaret etmedim” şeklinde beyanda bulunduğu ve şikayetçi olmadığına ilişkin dilekçesini ibraz ettiği,
14.09.2010 tarihli dilekçesinde de; “Sanığı daha önce pastanede çalışırken tanıyordum. Olay günü canım çok sıkılmıştı. Dışarı çıkıp hava almak istedim. Tek başıma olduğum için yanımda birisinin olmasını istedim. Telefonumu kurcalarken sanığın telefonunu gördüm ve aradım. Yıldız Meydanında olduğunu söyledi ve kendisini almamı istedi. Mehmet’i Yıldız Meydanından aldım. Yanında bir arkadaşı vardı. Arkadaşını orada bırakarak araca bindi. Beraber Şanlıurfa dışına çıktık.
Karaköprü’ye gittik. Oradan Ata Kolejin bulunduğu yöne ilerledik. Küçük su dökmek için arabamı tenha ve elektriklerin olmadığı bir yerde durdurdum ve arabadan indim. Mehmet arabada oturuyordu. Arabanın arka tarafına geçerek küçük su dökmek için kemerimi açtım. İhtiyacımı gördüğüm sırada pantolonum ayaklarıma düştü. Mehmet o sırada arabadan çıkmış, ancak beni o halde görmemişti. Bana doğru gelirken beni o halde görmemesi için arabanın arka kapısını açtım.
Pantolonumu düzeltmek isterken yanıma gelmişti. Vücut yapısı olarak ondan iri olduğum için gayri iradi bir şekilde onu kapısı açık olan aracın arka koltuğuna ittim. Mehmet ne olduğunu fark etmemişti. Birden beni yarı çıplak görünce kendisine zorla sahip olacağımı düşünerek kendisini savunmaya başladı. Mehmet’i arka koltuğa ittiğim sırada ayağım kayarak üzerine düştüm. Pantolonum ayağıma dolandığı için üzerinden kalkamadım. O sırada kendisine sahip olacağım korkusu ile cebinden çıkardığı bıçağı bana sallamaya başladı.
Durumu açıklamak istedimse de başarılı olamadım. Üzerinden kalktığım sırada beni bıçaklamıştı. Kaç adet bıçak darbesi vurduğunu bilmiyorum. Ben üzerinden kalktıktan sonra olay yerinden uzaklaşmaya başladı. Bıçak sallarken amacı beni öldürmek değildi. Sadece kendisini savunmak istiyordu. Beni öldürmesi gerektiren bir sebep yoktu. Ben bıçak darbeleri aldıktan sonra yere yığıldım. Savunmasız bir şekildeydim. Öldürmek isteseydi bu esnada rahat bir şekilde öldürdü. Bu güne kadar ifade vermememin sebebi olaydan utanç duymam ve adımın kötüye çıkmamasıydı. Mehmet Güler’in herhangi bir suçu yoktur. Şikayetçi değilim” şeklinde anlatımda bulunduğu,
Mağdurun 25.04.1962 doğumlu, suç tarihinde kırk sekiz yaşın içerisinde, sanığın ise 01.01.1992 doğumlu suç tarihi itibarıyla onsekiz yaşında olduğu ve sabıkasının bulunmadığı,
Dosya içerisinde olay yerinin ıssız bir yer olup olmadığı, cinsel saldırıya maruz kalan bir kişinin bağırması halinde bir başka şahsın müdahale olanağının bulunup bulunmadığı ile sanık ve mağdurun fiziksel durumlarına ilişkin başka bir bilgi veya belgenin bulunmadığı,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konusunda sağlıklı bir hukuksal çözüme ulaşılabilmesi için tahrik, meşru savunma ve meşru savunmada sınırın aşılması kavramları üzerinde durulması gerekmektedir.
Haksız tahrik 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 29. maddesinde; “Haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine onsekiz yıldan yirmi dört yıla ve müebbet hapis cezası yerine oniki yıldan onsekiz yıla kadar hapis cezası verilir, diğer hallerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadarı indirilir” şeklinde, ceza sorumluluğunu azaltan bir neden olarak düzenlenmiştir.
Haksız tahrik, failin haksız bir fiilin yarattığı hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında hareket ederek bir suç işlemesini ifade eder ki, bu durumda fail suç işleme yönünde önceden bir karar vermeksizin, dışarıdan gelen etkinin ruhsal yapısında yarattığı karışıklığın sonucu olarak suç işlemeye yönelmektedir.
Haksız tahrik hükümlerinin uygulanabilmesi için;
a) Tahriki oluşturan haksız bir fiil olmalı,
b) Fail öfke veya şiddetli elemin etkisi altında kalmalı,
c) Failin işlediği suç bu ruhsal durumun tepkisi olmalı,
d) Haksız tahrik teşkil eden eylem, mağdurdan sadır olmalıdır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Yasasında, 765 sayılı Yasada yer alan ağır tahrik-hafif tahrik ayırımına son verilmiş; tahriki oluşturan fiilin, somut olayın özelliklerine göre hakim tarafından değerlendirilmesi yapılıp, sanığın iradesine olan etkisi göz önünde bulundurularak, maddede gösterilen iki sınır arasında belirlenen oranda indirim yapılması şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.
Meşru müdafaa , gerek 765 sayılı Yasanın 49/2. maddesinde, gerekse 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 25. maddesinde bir “hukuka uygunluk nedeni” olarak düzenlenmiştir. Meşru savunmanın koşullarına ilişkin olarak 765 ve 5237 sayılı Yasalar arasındaki en önemli fark, “meşru savunma yoluyla korunan hakkın niteliğine” ilişkindir. Bunun dışındaki koşullar açısından her iki düzenleme ile yerleşik uygulamalar arasında ciddi bir fark bulunmamaktadır.
765 sayılı Türk Ceza Yasasının 49/2. maddesindeki düzenleme; “gerek kendisinin, gerek başkasının nefsine veya ırzına vuku bulan haksız bir taarruzu filhal def’i zaruretinin bais olduğu mecburiyetle işlenilen fiillerden dolayı faile ceza verilmez” şeklinde olup, anılan düzenleme ile meşru müdafaa , kişinin kendisinin veya başkasının sadece nefsine veya ırzına yönelik saldırılarda söz konusu olabileceği hüküm altına alınmıştır.
Uygulamada en geniş yorumla maddenin “diğer kişilik haklarına yönelik saldırılarda” dahi uygulanabileceği kabul edilmiş ise de, mal varlığına yönelik saldırıları önlemek maksadıyla işlenen fiiller bu kapsamda değerlendirilmemiştir. Diğer taraftan 765 sayılı Yasanın 461. maddesinde meşru savunma açısından önem taşıyan özel bir hükme yer verilmiştir. Buna göre; “kasten yaralama ve öldürme fiillerini gasp, çıkar amaçlı adam kaldırma, konut dokunulmazlığının ihlali ve kişi güvenliğini ihlale yönelik eylemleri defetmek amacıyla işleyenlere belirtilen koşulların varlığı halinde ceza verilmez”.
Buna karşılık, 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 25/1. maddesinde; “gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı, o anda hal ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez” şeklinde daha geniş bir hükme yer verilmiştir. Anılan düzenlemeye göre, meşru müdafaanın kabulü için saldırının “korunmaya değer nitelikteki herhangi bir hakka yönelmiş olması” yeterli görülmüştür.
Öğreti ve uygulamada kabul edilegeldiği üzere; 765 sayılı Yasanın 49/2 ve 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 25. maddelerinde düzenlenen ve hukuka uygunluk nedenlerinden birini oluşturan meşru savunma, hukuka aykırılığı ortadan kaldırmakta ve dolayısıyla eylemi suç olmaktan çıkarmaktadır.
Meşru müdafaa kabul edilebilmesi için saldırıya ve savunmaya ilişkin şu koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
1- Saldırıya ilişkin koşullar;
a) Bir saldırı bulunmalıdır. Burada somut bir saldırının varlığı gerekmekte ise de, başlayacağı muhakkak olan ve başladığı takdirde savunmayı olanaksız kılacak veya güç hale getirecek bir saldırıyı başlamış, keza bitmiş olmasına rağmen tekrarından korkulan bir saldırıyı da henüz sona ermemiş saymak zorunludur.
b) Saldırı haksız olmalıdır.
c) Saldırı 765 sayılı Yasaya göre, nefis veya ırza; 5237 sayılı Türk Ceza Yasasına göre ise korunmaya değer nitelikteki herhangi bir hakka yönelik olmalıdır.
d) Saldırı ile savunma eş zamanlı bulunmalıdır.
2- Savunmaya ilişkin koşullar;
a) Savunma zorunlu olmalıdır,
b) Saldırı ile savunma arasında oran bulunmalıdır.
Meşru müdafaa sınırın aşılması ise, 765 sayılı Türk Ceza Yasasının 50. maddesinde; “49 uncu maddede yazılı fillerden birini icra ederken kanunun veya salahiyettar makamın veya zaruretin tayin ettiği hududu tecavüz edenler, cürüm ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasını müstelzim ise sekiz seneden aşağı olmamak üzere hapis ve müebbet ağır hapis cezasını müstelzim olduğu takdirde altı seneden on beş seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Sair hallerde asıl suça mürettep ceza altıda birinden eksik ve yarısından ziyade olmamak üzere indirilir ve ağır hapis hapse tahvil olunur ve amme hizmetlerinden müebbet memnuiyet cezası yerine muvakkat memnuiyet cezası verilir” biçiminde yer almıştır. Bu düzenlemeye göre, sınırın aşılması Yasanın 49. maddesinde sayılan tüm hukuka uygunluk nedenleriyle ilgili olarak uygulama alanı bulabilmektedir. Bu maddenin uygulanabilmesi için, meşru savunma koşullarında başlayan bir savunmada ölçülülük ilkesinin ihlali nedeniyle sınırın aşılmış bulunması ya da saldırı etkisiz hale getirildikten sonra dahi savunmaya veya tepkiye devam edilmesi yeterli olup sınırın kastla veya taksirle aşılmış olması önemli değildir.
Sınır ne şekilde ve hangi niyetle aşılmış olursa olsun, anılan Yasa maddesi uyarınca uygulama yapılabilecektir. Buna karşılık aynı Yasanın 461. maddesinin söz konusu olduğu durumlarda, 50. maddenin uygulanma olasılığı bulunmamaktadır.
“Meşru savunmada sınırın aşılması” ile ilgili olarak 5237 sayılı Türk Ceza Yasasında yer alan düzenleme, 765 sayılı Yasadaki hükümden oldukça farklıdır.
5237 sayılı Yasanın sınırın aşılmasını düzenleyen 27. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerde sınırın kast olmaksızın aşılması halinde, fiil taksirle işlendiğinde de cezalandırılabiliyorsa, taksirli suç için kanunda yer alan cezanın altıda birinden üçte birine kadarı indirilerek hükmolunur”. Aynı Yasanın 27. maddenin 2. fıkrasında, “meşru müdafaa aşılması mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş ise faile ceza verilmez” denilmek suretiyle, bu fıkranın uygulama alanı “meşru müdafaa” ile sınırlandırılmıştır.
5237 sayılı Yasa sisteminde; “meşru müdafaa, hakkın kullanılması, kanunun emrini ifa ve ilgilinin rızası” şeklinde başlıca dört hukuka uygunluk nedenine yer verilmiştir. Hukuka uygunluk nedenlerinden birisinin bulunması, eylemin suç olmasını engelleyeceğinden, fail hakkında beraat kararı verilmesi gerekecektir. Buna karşılık “sınırın aşılması” bir hukuka uygunluk nedeni değil, aynı Yasanın 27. maddesinin 1. fıkrasındaki hal itibarıyla kusurluluğu azaltan, 2. fıkrasındaki durum itibarıyla ise kusurluluğu ortadan kaldıran nedenlerden birisidir. Başka bir deyişle hukuka uygunluk nedenlerinde sınırın kast bulunmaksızın aşılması halinde “beraat” değil, anılan Yasanın 27. maddesinin birinci fıkrasına göre indirimli ceza veya ikinci fıkrasına göre ceza verilmesine yer olmadığı kararı verilmelidir. Bu husus, 5271 sayılı Yasanın 223. maddesinden de açıkça anlaşılmaktadır.
Şu halde, 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 27. maddesinin 1. fıkrasının uygulanabilmesi için; öncelikle ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir neden söz konusu olmalıdır. Failin, sınırları “kast olmaksızın” aşması da ikinci koşuldur. Dolayısıyla 765 sayılı Yasanın 50. maddesinden farklı olarak sınırın kasten aşılması halinde bu fıkra uygulanamayacaktır. Yine 765 sayılı Yasadaki durumdan farklı olarak, 5237 sayılı Yasada hukuka uygunluk nedeni olarak düzenlenmemiş olsa da, ceza sorumluluğunu kaldıran nedenlerden olan “zorunluluk hali” için de bu fıkranın yani 27/1. maddesinin uygulanma olanağı bulunmaktadır.
Bu aşamada haksız tahrik ile meşru müdafaa kavramları arasındaki ilişki üzerinde de durulmalıdır.
Özü itibariyle meşru müdafaa , kendisi ya da başkasının bir hakkına yönelmiş bulunan ve devam eden bir saldırının derhal def edilebilmesi için failin gerçekleştirdiği fiillerden ötürü cezalandırılmamasını ifade eder. Meşru savunma durumunda mutlaka bir saldırı bulunması ve bu saldırının da kişinin hukuken korunmaya değer bir hakkına yönelmesi gerektiği göz önünde bulundurulduğunda, meşru müdafaa kurumunun “haksız tahrik halini” de kapsadığı söylenebilir. Başka bir deyişle, haksız tahrikte yer alan “haksızlık unsuru” meşru müdafanın koşullarından olan “saldırı”da da vardır.
Buna karşılık; meşru müdafaa da bulunan kişinin fiili, saldırgan açısından haksız tahrik olarak değerlendirilemez. Zira hukuk düzenini ilk ihlal eden kendisidir. Meşru müdafaa halinin koşulları kalktıktan sonra işlenen bir fiil söz konusu olduğunda ise; örneğin, saldırganın elindeki silahı atıp olay yerinden uzaklaştığı sırada failin koşarak saldırganı yaralaması durumunda, ortada devam eden bir saldırı söz konusu olmadığı için meşru müdafaa söz konusu olmaz;
bu halde sonlandırılmış olan ilk saldırıda bulunan kişinin bu hareketi nedeniyle ancak haksız tahrik hükümleri uygulanabilir. Böyle bir durumda fail, kendisini korumak için değil, sona ermiş olan saldırıdan duyduğu hiddet veya şiddetli elemin etkisiyle hareket etmiş ve bir tepki suçu işlemiştir. Nitekim Ceza Genel Kurulunun 13.02.1984 gün ve 305-61 sayılı kararında bu husus; “yasal savunma koşulları kalktıktan sonra suç işleyen sanık hakkında TCY’nın 50 değil, 51/1. maddesinin uygulanması gerekir” şeklinde vurgulanmıştır. Bu durumda hakim, sona ermiş bulunan saldırının niteliğini değerlendirerek olayda haksız tahrik indirimi yapabilecektir.
Öte yandan 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 27/2. maddesinin uygulanabilmesi için;
1- Meşru müdafaa ile korunabilecek bir hakkın bulunması,
2- Saldırıya ilişkin koşulların var olması,
3- Savunmaya ilişkin koşullardan “ölçülülük” şartının, savunma lehine ihlal edilmek suretiyle sınırın aşılması,
4- “Sınırın aşılmasının” mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmesi,
Gerekmekte olup, tüm bu şartların birlikte gerçekleşmesi halinde, meşru müdafaa sınırı aşan faile ceza verilmeyecektir.
Bu durumda; kişinin, maruz kaldığı saldırı nedeniyle içerisine düştüğü şaşkınlık, korku ve telaş dolayısıyla davranışlarını yönlendirme yeteneğinin ortadan kalkması söz konusu olacağından, meşru müdafaada sınırın aşılmasından dolayı kusurlu sayılmayacağı kabul edilir. Dolayısıyla belirleyici olan, maruz kalınan saldırının kişiyi içerisine düşürdüğü psikolojik durumdur.
Zira kişi, sırf maruz kaldığı saldırının etkisi altında, “heyecan, korku ve paniğe” kapılarak meşru müdafaa sınırlarını aştığında bu maddeden yararlanabilecek, buna karşın; sırf saldırının etkisiyle değil de, (saldırıdan kaynaklanmış olsa dahi) öfke ve gazap gibi nedenlerle sınırı aştığında ise aynı korumadan faydalanamayacaktır. Başka bir deyişle, sınırın aşılması konusunda failin o anda içerisinde bulunduğu ruh halini adil bir tarzda göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Yani failin niyeti, fiilin icra tarzına ve ruh haline göre ciddi bir saldırının defedilmesinden ziyade, kin duygusunu tatmine yönelik ise “meşru savunmanın” sınırlarını aşma değil, ancak haksız tahrik söz konusu olabilecektir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Sanık, kendisinden otuz yaş büyük olan ve daha önceden çalıştığı iş yerinin müşterisi olması nedeniyle tanıştığı mağdurla birlikte mağdurun kullandığı otomobile binerek gece geç saatlerde şehrin kalabalık olmayan bir bölgesine gezmeye gitmiş, burada mağdurun kendisine yönelik sözlü cinsel davranışları üzerine onu, üçü yaşamsal tehlike geçirtecek nitelikte olan onbir bıçak darbesi vurmak suretiyle yaralamıştır. Bu durum karşısında sanığın eylemini, kendisine yönelen cinsel davranışlar dolayısıyla ruhsal dünyasında oluşan tepki nedeniyle gerçekleştirdiği hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.
O halde, sanığın eyleminin meşru savunma veya meşru savunmada sınırın aşılması kapsamında kabul edilip edilemeyeceği, bu bağlamda eksik araştırma sonucu hüküm kurulup kurulmadığı ve meşru müdafaa veya meşru savunmada sınırın aşılması hükümlerinden birinin uygulanması açısından mahkemece olay yerinde keşif yapılmasının gerekip gerekmediği hususlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Görgü tanığı bulunmayan olay, sanığın aksi kanıtlanamayan savunmasına göre ışıkları yanmakta olan bir okulun ve evlerin yakınında ve yol üzerinde meydana gelmiştir. Olay yerinin özellikleri de göz önüne alındığında, sanığın üzerinde taşıdığı bıçağı göstermesi ya da bir veya birkaç bıçak darbesi ile kurtulma olanağını değerlendirip, bu yollardan birisine başvurması gerekirken, kolunu tuttuğu sırada pantolonu ayaklarına düşmüş vaziyette bulunan, yürüyemeyen, geriye doğru gitmekte olan ve başka bir saldırıda da bulunmayan mağdura, üçü yaşamsal tehlikeye neden olacak ve basit bir tıbbi müdahale ile giderilemeyecek nitelikte yaralanmayla sonuçlanan onbir bıçak darbesi vurması karşısında,;
Eylemlerini haksız tahrik altında gerçekleştirdiği ve eylemin saldırı ve savunmaya ilişkin diğer koşulları taşımasına karşın, sanığın gece yarısı, kendisinden otuz yaş büyük olan, fiziksel olarak güçlü olduğunu ve aralarında herhangi bir dostluk bulunmadığını beyan ettiği mağdurla, herhangi bir korku veya endişeye kapılmadan dışarı çıkması ve şehrin tenha bir bölgesine gitmesi ile kendisine yönelen, yalnızca sözde kalan ve devam etmeyen bir saldırı karşısındaki eylemlerinde;
Gerçekleştirilen savunma hareketinin, maruz kalınan saldırıyı defedecek ölçüde olması” diğer bir anlatımla “saldırı ile savunma arasında oran bulunması” ve “sınırın aşılmasının mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmesi” koşulları gerçekleşmediğinden, meşru savunma ya da meşru savunmada sınırın aşılması şartlarının oluştuğundan söz edilemez. Zira mağdurun, ırza yönelik olan, yalnızca sözde kalan ve devam da etmeyen saldırısı karşısında, sanığın savunma hakkının doğduğunun kabul edilmesi gerekmekte ise de; sanığın,;
Vücudunun ölümcül bölgelerine vurmak suretiyle mağduru yaşamsal tehlike oluşturacak şekilde yaralaması eyleminde “savunma ile saldırı arasındaki dengenin savunma lehine bozulmuş ve dolayısıyla ölçülülük ilkesinin ihlal edilmiş olması” nedeniyle meşru müdafaa ve meşru savunmada sınırın aşılması koşulları bulunmamaktadır. Bu durumda sanık savunmaları doğrultusunda olayın nasıl bir yerde meydana geldiği hususu da yeterince aydınlığa kavuşturulmuş bulunduğundan, anılan hükümlerin uygulanıp uygulanmayacağının tartışılması amacıyla olay yerinde keşif yapılmasına gerek bulunmadığı kabul edilmelidir.
Bu itibarla, sanık hakkında haksız tahrik hükümlerinin uygulanması gerektiğine ilişkin Özel Daire bozma ilamı isabetli bulunduğundan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Genel Kurul Üyesi; itirazın kabulü gerektiği görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 08.05.2012 günü yapılan müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.